Çarşamba öğlen Amsterdam aktarmalı başlayan seyahatimizde lokal saatle yedide Edinburgh’a indik. KLM yine yapacağını yaptı ve valizimi Amsterdam’da bir sonraki uçağa bırakmış. Bir sonraki uçak gece inmesine rağmen valizim ertesi gün akşama doğru elime ulaştı. Havaalanından yirmi dakikalık bir yolculukla şehir merkezine ulaştık. Otelde bizi Bryan karşıladı ve üst değiştirme problemi olmadığından doğrudan şehrin kuzeyindeki popüler balıkçılardan birine şehri gezerek gittik. Balıkçının sokağından kuzey denizini görme imkanımız oldu. Çok etkileyici bayan garsonların servis yaptığı mekanda değişik bir lüfer ve yöresel bir pembe balık yedim. Yemek sonrası İskoç viskisi tatmak için bir puba gittik. Sonra da otele döndük. Valizimin geleceğini hissediyordum, Bryan bu iddaam karşında hemen bahse tutuştu, valizlerim elbette gelmemişti, ertesi gün taksi paraları bana kaldı.
Ertesi gün sabah bize Mike katıldı ve hep beraber inceleyeceğimiz cihazın yer aldığı hastaneye hareket ettik. Genetik laboratuarı tam teşekküllü donatılmış, herkese en az iki bilgisayar düşüyor, her türlü imkan sağlanmış, vs vs. Adamların bilim konusunda neden bu kadar ileri olduklarını oradaki imkanları görünce daha iyi anlıyorsunuz. Öğleden sonra üç gibi laboratuardan ayrıldık, akşam yemeğine kadar şehri gezdik.
Yurtdışında bir şehri gezmek konusundaki ilk yaptığım şey kısa süreli bir şehir turuna katılmaktır. Genelde üstü açık otobüsler bu konuda çok faydalıdır. Hem şehrin haritası hakkında bilgi sahibi oluyorsunuz hem de otobüste size şehri anlatan kişi sayesinde şehir hakkında değişik bilgileri alabiliyorsunuz. Şehir birçok Avrupa şehri gibi Old Town ve New Town diye ikiye ayrılıyor. Diğer Avrupa şehirlerinde bu iki kısım arasında belirgin bir fark görebiliyorken Edinburgh’da bunu hissetmek neredeyse imkansız. New Town denince aklımıza genelde dışı camla kaplı yeni binalar gelir. Ama Edinburgh’un yeni şehri eski şehrinden farklı değil, yeni şehirde sadece alışveriş ve yeme içme mekanları mevcut. Bir de caddeler daha geniş. Edinburgh eski bir şehir, yaklaşık olarak MS 300-400 civarında kurulduğu söyleniyor. Şehir denizden yaklaşık yedi sekiz mil içeri kayalık üzerinde yer alan kale ve etrafına kurulmuş. Bunun ana nedeni tabii ki şehri kuzeyden gelecek saldırılar karşısında kolayca korumak. Kale epeyce büyük, o zamanki şehrin hacmini düşününce yeterli olacağına emin oluyorsunuz. Şehrin tamamı eski taş binalardan oluşuyor, dolayısıyla şehir kahverengi gri bir renge sahip. Şehrin orijinalliği asla kaybolmamış, çok iyi korunmuş. Şehir turu kale etrafında dolaştı, gerçekten de şehir kale etrafında kurulmuş, gezmesi de kolay.
Edinburgh’un nüfusu çevresiyle beraber bir milyon civarında, ülkenin en büyük şehri Glasgow ise iki milyon civarında. İki şehir arasındaki farkı sorduğum da aldığım cevap Edinburgh’un akademik bir şehir olduğu Glasgow’un ise işçi şehri olduğu şeklinde. Gerçekten de Edinburgh üniversitesi çok meşhur. Ayrıca aksanları sanki Londra aksanı gibi, kolay anlaşılabilir. Son gece Mike bize Britanya genelinde konuşulan aksanlara örnekler verdi, gerçekten çok komik ama bir o kadar da bilgilendiriciydi.
Edinburgh festivaller şehri olarak biliniyor. Özellikle yaz aylarında beş altı kalburüstü festival yapılıyormuş. Caz, komedi, kitap ve sanat festivalleri bunların başlıcaları. Festival zamanı özellikle Britanya genelinden insanlar şehre akıyormuş ve nüfus neredeyse iki katına çıkıyormuş. Ana festival Ağustos’ta başlayacağı için şehir bizim bulunduğumuz zamanda epey kalabalıktı.
Royal Mile şehrin ana caddesi, Old Town’ı ortadan ikiye bölüyor. Orta büyüklükte bir cadde ve her şey orada yer alıyor. Ayrıca Princess ve Queen caddeleri de görülmesi gereken caddeler. Edinburgh oldukça pahalı bir şehir, neredeyse Londra ile yarışır. Şehri izlemek için kaleye mutlaka çıkmak lazım. Özellikle panoramik fotoğraflar çekmeye bayılanlar için bire bir.
İskoçya’dan bahsedip viskiden bahsetmemek olmaz. Turizm ve akademi kadar en büyük kazanç kaynaklarından biri de sanırım viskidir. Her yer viski satan mağazalarla dolu. Bir mağazaya girip baktık, tam 45 farklı viski markası vardı ve bunlardan sadece ikisinin adını daha önce duymuştum. Viski sertlik olarak dört grupta toplanıyor. Hafiften serte doğru gidiyor. Yapımı olarak ise malt ve blended olarak ikiye ayrılıyor. Malt tek bir viski fıçısından çıkıyor, tek bir tada sahip. Blended ise farklı viskilerin karışımıyla elde ediliyormuş. Viski arpadan yapılıp varillerde saklanıyormuş ve varillerin yakılmasıyla rengine kavuşuyormuş, yani orijinal viski rengi beyazmış. Beyaz viski tattım bile. Barlar ve restaurantlardaki viski fiyatı bira fiyatı ile aynı. Yani dört pounda güzel bir viski içebiliyorsunuz.
Edinburgh iklim olarak yaz kış kapalı ve soğuk bir iklime sahip. Yerel insanların bazıları tişörtle dolaşırken (ben montla dolaşırken) bazıları ise bot ve kalın montlarla dolaşıyordu. Nedeni highland ile urban arasındaki farkmış. İlginç bir durumla daha karşılaştık, bazı otobüs durakları yola doğru değil, içeri doğru bakıyordu.
Genel olarak Edinburgh’u küçük bir Londra olarak nitelendirebilirim. Ben çok keyif aldım. İngiltere’ye seyahat etmek isteyenlere birkaç günlük (özellikle festival zamanı) Edinburgh ziyareti yapmalarını tavsiye ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder